Ana SayfaYazarlarCamus, ahlâk ve yükümlülükler hakkındaki her şeyi futboldan öğrenmiş

Camus, ahlâk ve yükümlülükler hakkındaki her şeyi futboldan öğrenmiş

Ali Rânâ Atılgan

 

Celâllendi. Bardakların altından kaçmasına rağmen hafifçe ıslanmış peçetelerden birini kaptı. Parmağını tabaktaki cinayetin yegâne ipucu olan domates salçasına daldırdı. Dudaklarını hafifçe büzdü. Göz huzmeleri alkolün kurduğu pusuyu geçti. Bir uzun yatay, sonra onu kesen bir dikey çizgi çekti. Tabaktaki ipucunu tamamen silmek pahasına parmağının cephanesini doldurdu. Çizmeye devam etti. Yamuk yumuk bir şekil çıktı ortaya. “Tamam” dedim kendi kendime, “işimiz var.” Belli etmemek için ciddi bir hava takındım. Yüzüme hiç bakmadığı için farketmedi bile. İşini istediği gibi bitirmiş bir insanın huzuru yayıldı alnına; derinleşmeye başlamış çizgiler ortaya çıktı. Müstehzi bir tavırla peçeteyi evirdi, çevirdi önüme sürdü.

 

“Söyle bakalım” dedi. “Maç başlıyor. Kaptansın. Kaleyi seçmek sana düştü. Hangi tarafa hücum edersin?” Çizdiği şekil, bildiğimiz futbol sahasından çok, çocukluğumda oynadığımız arsaları andırıyordu. Kalelerden bir tanesinin bulunduğu tarafın eni, diğer kalenin olduğu taraftakinden çok daha dardı. Saha, bildiğiniz yamuktu yani. Savunacağım tarafı işâret ettim. Yanıtın doğruluğuna sevineceğine daha da çok gerildi. “Bu kadar futbol konuşuyorlar, …” “Vaay, İhsan, sen buralara uğrar mıydın yahu!” diye bir nidâ sözünü kesti.

 

Anılarımıza öncelik verdik. Ne kadar çok vakit geçirmişiz İhsan ve Tahir’le. Önce saklambaç oynadı hatıralarımız. Birimizin aklında gizlenmiş anı kırıntılarını diğerleri buldu; elbirliğiyle bir araya süpürdük; özenle derledik, topladık. Sonra sıra ebelemeye geldi. İllâ herbirimiz, diğerinden daha komik bir hikâye bulup çıkaracaktık ortak geçmişimizin derinliklerinden. Anı madenciliğinde de başarılı olduk sayılır. Eninde sonunda günümüze geldik.

 

İhsan’la gözlerimiz son on dakikadır birbirlerine randevu veriyordu. Nihayet buluştular. Anlaşamadıklarına karar verdiler. İhsan’ın vücut dili bugünü geçmek için masadaki boş bardağı garsona gösterirken, konu değiştirmeyi bana ikram ediyordu. Kırmak istemedim. Çocuklardan söz açmak, anılardan konuşmaktan daha az yorucu, bir o kadar da eğlenceli olmaz mıydı? Eş dost sohbetlerinde hep yapılırdı. Hiçbirimizin beklemediği birşey oldu mamafih. Bugünü atlamaya çalışırken, geleceğin tasavvurundaki en hassas konuya balıklama daldık. Geçmişle bugün arasında bizleri farklı yönlere göndermiş ne varsa, çocukları masanın üzerine döküp onların hikâyelerini ayıklarken ortaya çıktı. Gelecek tahminlerimiz çocuklarımızı değişik yolaklarda hayal etmek üzerinden şekillendi.

 

Ne itina ile hafızamıza yerleştirdiğimiz olayların vuku bulma zamanları, ne bu olayların içinde ve etrafında yer alan oyuncuların rolleri, ne de sayıp dizdiğimiz olayların önem sıraları konusunda hemfikir olabilmiştik. Olamadıkça, geçmişe doğru gittik; geçmişe gittikçe hafızalarımız iyice bulanıklaştı. Hipotezlerimizi yanlışlamak için kullandığımız gözlemlerde anlaşamıyorduk. “Bir dakika, bir tamamlayayım cümlemi” en sık kullandığımız ibare olmuştu. Çünkü birimiz düşünce zincirini başlatan savı kurgulamaya çalışırken, diğeri o savı yanlışlayan gözlemi hemen söylemek için çırpınıyordu.

 

“Keşke anılardan önce çocukları konuşsaydık” deyiverdim. Müzakere edemiyor olmamıza rağmen, bunu denemeye çalışmamız zevkli gelmişti. İnsanların kendilerine yakın faraziyeleri olan, şahit oldukları olayları benzer yorumlarla biriktiren kişilerle yaptıkları müzakereler sonucunda, kendi tutumlarını çok daha katı ve keskin hâle getirdikleri ile ilgili bazı deneylerden bahsedecektim. Bu cümleyi bile aklımda toparlayamayacak kadar yorgun olduğumu farkettim. Tahir munis bir sesle aklımı okudu. “Geldiğimde peçete üzerine birşeyler çiziyordunuz, neydi o Allahaşkına?”

 

Masanın iklimi değişiverdi. Tahir bayılırdı langırt oynamaya. İhsan Tahir’e sordu: “Langırtta, kaç tane oyuncu olur her bir takımda?” “Haydaa; kaç tane olacak oğlum” dedi Tahir; “11 tabii.” “Tamam” dedi İhsân. “Peki, nasıl dizilir oyuncular?” Tahir bana dönüp şöyle biraz donuk baktı; sonra gözünün önüne getirdi. “Üç tane en önde; hımmm, sonra arkasında dört; sonra üç ve kaleci.” Eklemeyi ihmal etmedi: “Şimdi, araya rakipler de giriyor ya, onun için biraz tereddüt ettim.” İhsan, bardağın dibinde kalan damlaları bir araya getirmek için, teneffüsü bitiren zili çalan öğretmen gibi bardağı iki parmağıyla bileğinin etrafında çalkalarken sordu: “Niçin böyle dizmişler Tahir, yani niye üç-dört-üç?”

 

Amanın da amanın. Arka masadan kulak misafiri olan bir muhterem, bir yandan ciğerlerinin bayram havasını bizimle paylaştı derin bir üflemeyle; duman havada takla atarak yükselirken, “hep Macarların yüzünden” dedi. İhsan yine asabîleşti; “yok biraderim, o dublüve me, zâtınızın söylediği; onda kenarlar…” Tahir tutamadı kendisini. “Boşverin dizilişleri şimdi” dedi; “formalar niye öyle?” “Ne demek istiyorsun?” dedim. “İllâ bir taraf kırmızı olurken, diğeri mavi!” Durur muyum, hemen girdim konuya. “Madrid, Roma, Atina, Manchester…” “Eee, nereye getireceksin lâfı” diye kesti beni arka masadaki muhterem. “Bu şehirlerin” dedim, “çok seyircisi olan bir takımı kırmızı giyer, diğer çok seyircili olanı mavi!” Tahir tam beklediği “pası” almıştı.

 

İhsan siyah ve beyaz üzerine bildiği şiirlere başlayarak konuşturmadı Tahir’i. Onlar münakaşa ederken, hesabı istedim. Aklım bizim yaşımızdakiler arasında bir langırt turnuvası düzenlemeye takıldı. İkişer kişi bir araya gelecektik. Rakip bir ikili bulacaktık. İki takım da, onbirer kişiyi masanın üzerine dilediği gibi dizecekti. Mimar arkadaşlar langırt masasını bizim için tasarlardı. Büyükbabamdan kalma marangozluğum var; oyuncuları tahtadan keser, yontardım. Futbolcuları sahaya geçici olarak istediğimiz gibi diker, yerlerini değiştirirdik.

 

Bir an gözüm lokantadaki televizyona takıldı. Eski bir maçı yeniden gösteriyordu. Hemen televizyon veya bilgisayarın dev ekranı üzerinde yazılım yardımıyla maç yapan insanlar geldi gözümün önüne. Başımı çevirdim. Yanımdaki camdan dışarı baktım. Kara bir aynada yüzümü gördüm. Değişimlerden konuşmaya meraklı adam bu mu, diye iç geçirdim. Benim herşeye dokunan, kanlı canlı dünyamdaki langırt oyuncuları, ancak top kendi önlerine gelebildiğinde kendilerini harekete geçirecek masterlarını, yani bizleri bekliyorlardı. Dijital dünyanın oyuncuları ise, top kendilerinde olmadığında bile, her saniye hareketli, kurdukları değişik motiflerle bir yerden diğerine koşturuyorlardı.

 

Dijital dünyayı kabullenmem için daha kaç sene geçmesi gerekiyordu? “İhsan” dedim, “senin kız da langırt oynamayı seviyor mu?” “Evet, evet” dedi, Tahir’e lâf yetiştirmeye çalışırken. “Birgün dördümüz beraber oynayalım mı?” diye teklif ettim. Tahir’e döndüm: “74’de Hollanda dört-altı-sıfır oynadı. Langırt masalarını portatif yapmama yardım eder misin?” Güldü. “74’deki CHP-MSP koalisyonunu uzun uzun anlatıp, bu yaz AK Parti’nin koalisyon yapmamasını müdafaa ediyorsun” dedi. “Ah be Tahircim” dedim. “Anladığımı söyledim.” Mütebessim baktı. İhsan içinde ’74, Kohl, SDP, Batı Almanya, Doğu Almanya geçen cümleler kuruyordu. Gözlüğüm olmadığı için hesaptaki 4 ve 7’lerin, önümde serili rakamın sonuna doğru olup olmadığını kontrol ediyordum.

- Advertisment -