Ana SayfaYazarlarSiyasi partiler mevzuatı neden acilen değişmeli?

Siyasi partiler mevzuatı neden acilen değişmeli?

 

Siyasi partiler mevzuatımız 12 Eylül rejimi ürünü mevcut anayasanın 68 ve 69. maddeleri ile 10 Haziran 1983 tarihli, 2839 sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nundan oluşuyor. Bu mevzuatın uluslararası demokratik standartlara uygunluğunun sağlanması gerektiğine inanan ve yıllardır bu konuda yazıp çizmekte olanlar, böyle soru da sorulur mu diye tepki gösterebilirler. Çünkü benim gibi yepyeni bir anayasa yapılmasını savunanlar için demokrasinin belkemiğini oluşturan ifade ve örgütlenme özgürlüğü alanındaki bu eksikliğin giderilmesi temel hedeflerin başında geliyor.   

 

Ama şimdi bu eksiliğin giderilmesi için Yeni Anayasa’yı bekleyecek vaktimiz yok. Siyasi partiler mevzuatının değişmesi, 16 Nisan referandumundan “evet” çıkması ve Kasım 2019 seçimleri ile Cumhurbaşkanlığı sistemine geçilmesi halinde “ivedilik” taşıyor. Taşıyor çünkü bu sistem, iktidar olmak için yasama ile içinden çıkan yürütme arasında “erkler birleşmesine” dayanan parlamentarizmden farklı olarak keskin bir “erkler ayrılığına” dayanmak zorunda. Aksi takdirde yasamanın yürütmenin (Başkan) hâkimiyetine geçtiği yönündeki eleştiriler haklılık kazanabilir. Ürettiği yalanlar bir yana bırakılırsa, “hayır” cephesinin kanımca en ciddi ve haklı gerekçesini bu durum oluşturuyor. O bakımdan konuyu biraz daha açmak gerekiyor.

 

Siyasi partilerle ilgili demokratik standartlar

 

Türkiye’nin siyasi partiler mevzuatını öncelikle kurucu üyesi olduğu Avrupa Konseyi’nin  (AK) ölçütlerine ve yargı yetkisini tanıdığı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) içtihatlarına uyumlu hale getirmesi şart. Konunun hukuki ayrıntılarında boğulmamak için AK tarafından bu konuda görevlendirilmiş olan ve kamuoyumuzda Venedik Komisyonu olarak bilinen Avrupa Hukuk Yoluyla Demokrasi Komisyonu’nun 1999 tarihli raporunda yer alan ölçütleri esas almakta yarar var.

 

Anımsanacağı gibi, Venedik Komisyonu daha önce parti kapatmalarla ilgili temel ölçütleri ile Türkiye’de gündeme gelmişti. Komisyon’un benim de yeri geldikçe yazılarımda atıf yaptığım ölçütlerinin başında, siyasi partilerin sadece ve sadece hedefine varmak için şiddet kullanmayı savunması, haklı kılması ya da var olan bir silahlı örgütü övmesi, örgütle organik bağı olması halinde kapatılabileceği ilkesi geliyor. Başka bir deyişle mevcut anayasayı barışçıl yollardan değiştirerek ülkede özerkliği, federalizmi, hatta ayrılıkçılığı savunan siyasi partilerin hiçbir şekilde kapatılmaması gerekiyor.

 

Komisyon raporunda aynı bağlamda siyasi partilerin, üyelerinin bireysel davranışlarından sorumlu tutulmaması ve temelli kapatılmalarına istisnai olarak başvurulması gerektiği gibi ölçütler yer alıyor. Bilindiği gibi, gerek Anayasanın 68 ve 69. maddeleri, gerek Siyasi Partiler Kanunu bu ölçütlere aykırı hükümler içeriyor. SPK’nın güncellenmesi, anayasa değişikliğine de bağlı olduğundan pek kolay değil. Nitekim 2010 referandumuyla kabul edilen anayasa değişikliği paketinden, TBMM’deki görüşmelerde siyasi partilerin kapatılmasını öngören 69. madde değişikliği muhalefetin oylarıyla düşmüştü.

 

Kabul etmek gerekir ki siyasi partilerle ilgili mevzuatın Cumhurbaşkanlığı sistemiyle ilgili veçhesi yukarıda aktardığım ölçütlerle ilgili değil. Sistemle doğrudan ilişkili olan Venedik Komisyonu raporunda da yer alan “Parti içi demokrasi” ölçütü. Aslında bu konu, parti kapatmalar gibi bir anayasa değişikliği de gerektirmiyor. Çünkü anayasanın 69. maddesinin ilk cümlesi “siyasi partilerin faaliyetleri, parti içi düzenlemeleri ve çalışmaları demokrasi ilkelerine uygun olur” diyor. Bu cümle parti içi demokrasiye elveriyor. Hatta Türkiye bu hükümle, İspanya ve Almanya ile birlikte Avrupa’da parti içi demokrasiye anayasalarında yer veren üç ülkeden biri olarak zikrediliyor.  

 

Parti içi demokrasi neden önemli?

 

Aslında parti içi demokrasi, bir anayasal ilke olmaktan çok, demokrasi kültürünün doğal bir uzantısı. Parti içi demokrasi Avrupa’da önce Sol ve özellikle sosyal demokrat partilerle militanlara açık olarak başlamış, geçen yıl Fransa’da Cumhuriyetçiler (Les Républicains) ile ılımlı Sağ partilere kadar yaygınlaşmış, sempatizanlara, hatta bazı koşullarla seçmenlere açık ön seçime dönüşmüş durumda. Ön seçimler belki aday adayları açısından hayal kırıklıklarına yol açıyor ama siyasi partileri güçlendirdiğine kuşku yok. Örneğin iktidarda yıpranmış olan ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde hiç şans tanınmayan Fransız Sosyalist Partisi (PSF) ön seçimden çıkan adayı Benoît Hamon ile halk desteğini ikiye katlamış (15.3) ve anketlerde 4. sıraya kadar yükselmiş durumda. 

 

Buna karşılık Türkiye’de ön seçim son derece sınırlı şekilde uygulama alanı bulabiliyor. Parti içinde tabanı olmayan birçok aday merkezlerde düzenlenen listelerle ilişkisinin bulunmadığı seçim bölgelerinde bile halka seçtiriliyor. Bu listelerin düzenlenmesinde de siyasi partilerin bölge temsilcilerinden çok Genel Başkanları etkili oluyor ne yazık ki. Bu uygulama tabanı olmayan değerli kişilerin seçilmelerini garanti altına alıyor belki ama temsili demokrasinin kalitesini de önemli ölçüde düşürüyor.

 

Siyasi Partiler mevzuatımızdaki bu demokrasi eksikliği giderilemezse, geçildiği takdirde Cumhurbaşkanlığı sisteminin özünü olumsuz yönde etkileyebilir. Çünkü Cumhurbaşkanı’nın bu sistemde “partili “olması ne kadar doğalsa, partisinin milletvekili listelerini hazırlaması ya da onaylıyor olması o kadar sakıncalı. Sakıncalı çünkü yukarıda altını çizdiğim gibi sistemin özelliği olan “keskin erkekler ayrılığını” ortadan kaldırdığı iddialarına zemin hazırlıyor. Hal böyle olunca da referandum kampanyasında muhalefetin “tek adamlık” iddialarına kadar varan “hayır” değirmenine su taşınmış oluyor.

 

Bu itibarla AK Parti’nin referandum kampanyasında Kasım 2019 seçimlerine kadar, SPK’da en azından parti içi demokrasiyi zorunlu hale getirecek değişiklikler yapılacağı taahhüdünde bulunmasında öncelikle demokrasimizin kalitesinin yükseltilmesi açısından yarar var. Keşke MHP ikna edilebilse ve 68 ve 69. maddelerde de parti kapatmalarla ilgili gerekli değişiklikler de yapılabilse ve siyasi partiler mevzuatımız da uluslararası standartlara tümüyle uyumlu hale getirebilseydi. Siyasi konjonktür buna izin vermiyor belki ama bu konuda mümkün olanın da bir an önce yapılması büyük önem taşıyor. 

 

 

 

    

 

 

- Advertisment -