Ana SayfaYazarlarBatı ile ittifakımız sorgulanmalı mı?

Batı ile ittifakımız sorgulanmalı mı?

 

Bu soru son dönemde ilk defa halkımızın direnişi sonucu başarısızlığa uğrayan 15 Temmuz kalkışmasının ardından gündeme geldi. Demokrasi, bir suikast sonucu yaşamını yitirmiş olan ABD’nin 16. Başkanı Abraham Lincoln’ın evrensel olarak kabul gören tanımıyla “halkın halk için halk tarafından yönetimi” olduğuna göre, demokratlar ilke olarak askeri darbeleri şiddetle kınamalı, darbeyi savuşturanları alkışlamalıydı. Bunun doğal bir sonucu olarak halkın iradesini silahla çalmaya kalkışanları lanetlemeli ve cezalandırılmaları için darbe girişimine maruz kalan ülkeyle dayanışma içinde olmalıydı. Hele bu ülke on yıllardan bu yana askeri ve siyasi müttefik kabul ediliyorsa.

 

Gel gör ki 15 Temmuz darbe girişimi sırasında olsun, ertesinde olsun Türkiye’ye ABD ve Avrupa’daki müttefiklerinden yeterli destek gelmedi. Göstermelik birkaç destek mesajı bir tarafa, bu ülkelerin tek merkezden güdümlü olduğu basit bir okumayla anlaşılan medyaları uzun süre önce Türkiye’nin seçilmiş Cumhurbaşkanı aleyhine başlattıkları kara propagandayı sürdürdüler. Türkiye’nin, darbe kalkışmasına maruz kalan her ülkenin doğal olarak yapacağı gibi, ilan ettiği Olağanüstü Hal’e de karşı çıktılar. Hatta suçüstü yakalan darbecilerin temel hak ve özgürlüklerinin savunuculuğunu bile üstlendiler.

 

Batı medyasının zaman, zaman bu köşeden örneklerini aktardığım dezenformasyon temelli haberleri, sadece Gladyo bağlantılı FETÖ mensubu oldukları belirginleşen darbecileri değil, aynı zamanda müttefiklerimizin terör örgütü kabul ettikleri halde destekledikleri anlaşılan PKK’yı da masumlaştırmayı, buna karşılık Cumhurbaşkanı üzerinden Türkiye’yi yerden yere vurmayı hedefledi, hedefliyor. O PKK ki nereden bakılırsa bakılsın Türkiye’de ilk kez denenen bir barış sürecini çöpe atarak, “devrimci halk savaşı” ilan etmeye ve sınırlarımız içindeki birçok beldeyi işgale kalkışmıştı. Ve o PKK ki müttefik ülkelerin sofistike olanları dâhil ağır silahlarıyla donatılmış bulunuyor.  

 

Özetle belirtmek gerekirse 15 Temmuz’un ertesinde, Türkiye’nin bağımsızlık ve toprak bütünlüğünü tehdit eden bir tablo belirginleşti. Darbe girişiminin arkasında, daha önce gerçekleşen askeri darbelerde olduğu gibi, CIA ve Avrupalı NATO müttefiklerimizin gizli servislerinin bulunduğuna ilişkin kanıtlar giderek ortaya çıkmaya başladı. Müttefiklerimiz ayrıca Suriye’de Daesh’e karşı mücadele ettiği gerekçesiyle tüm itirazlarımıza karşın resmen PYD/ PKK’yı siyasi ve askeri olarak desteklemeye devam ediyor. Bu, bir komplo teorisi değil, açık bir tehdit. Bu tehdit, Kuzey Atlantik Anlaşması’nın 5. maddesine göre, böyle bir durumda Türkiye’ye “silahlı kuvvet kullanımı da dahil olmak üzere gerekli görülen eylemlerde bulunarak yardımcı olmakla “yükümlü müttefik ülkelerin desteğine sahip bulunuyor. Şaka gibi.

 

Bu konuda geçen yazımda referandum öncesinde görüştüğümü belirttiğim Arte’nin Türkiye eski temsilcisi ve Slate.fr yazarı Arianne Bonzon bana “ama Rusya da PYD/PKK’ya destek vermiyor mu?” sorusunu yöneltti. Kendisine de söylemiş olduğum gibi, PYD/PKK’ya Rusya’nın desteği, ne kadar tehditkâr olursa olsun, müttefiklerimizinki kadar ilkesiz değil. Zira Rusya bu desteği, bir askeri müttefikine değil karşısındaki bir ittifaka mensup ülkeye karşı veriyor. O bakımdan bu konuda öncelikle sorgulamamız gereken Batı ile İttifakımız, bu ittifakın bağımsızlık ve toprak bütünlüğümüze katkıda bulunup bulunmadığı elbette.

 

Bilindiği gibi Türkiye Batı ile İttifakını, NATO üyeliğini, SSCB Dışişleri Bakanı Molotov’un İkinci Dünya Savaşı ertesinde Kars, Ardahan ve Artvin yöresini talep etmesi üzerine “toprak bütünlüğüne yönelik Sovyet tehdidi” ile gerekçelendirmişti. O tarihten sonra üç kuşak Batı ile ittifakın bozulmasının Türkiye için felâket olduğunu savunup durdu, hâlâ da savunuyor. O dönem için kuşkusuz önemliydi ama bu ittifak karşılığında Türkiye de bölgesinde başta ABD olmak üzere Batı’nın çıkarlarını savundu. Bu nedenle Soğuk Savaş döneminde sol kesimden ve bölge ülkelerinden haklı olarak “Batı’nın bölgedeki jandarması” eleştirilerine maruz kaldı.

 

Bugün, Sovyet bloğunun yıkılmasından on yıllar sonra geldiğimiz noktada Batı ile ittifakın, Türkiye’ye bölgesinde meydana gelen ulusal çıkarlarına aykırı gelişmelere karşı bir savunma kalkanı oluşturmadığı açıkça görülüyor. Hatta asıl tehdidin Birinci Dünya Savaşı sırasında olduğu gibi Batı cephesinden geldiğini söylemek dahi mümkün. Bu durumda, Türkiye Rusya ile ilişkilerini iyi düzeyde tutmak ve daha da geliştirmek zorunda. Çünkü Rusya ile iyi ilişkiler bugün Türkiye için Kurtuluş Savaşı dönemindeki gibi hayati önem taşıyor. Unutmayalım ki Rusya’nın 1917 Bolşevik devrimin ardından savaştan çekilmesi ve Sovyetler ’in desteği Kurtuluş Savaşımızın başarılı olmasına göz ardı edilemeyecek ölçüde katkıda bulunmuştu.

 

Batı ile ittifakımızı sorgulamamızı gerektiren son gelişme sadece tek merkezden güdümlü medyalarının değil, aynı zamanda özellikle Avrupalı müttefiklerimizin bazı siyasetçilerinin anayasa değişikliği referandumu kampanyası ve ertesinde takındıkları taraflı ve milli iradeyi yok sayan olumsuz tutumları. Bu konuyu Avrupa ile ilişkilerimiz bağlamında “Adiós a esta Europa” başlıklı geçen yazımda geniş biçimde ele almıştım. Bu tutumun gerekçesini Arianne Bonzon’un itiraf ettiği gibi “müttefiklerimizin Türkiye’nin başında Erdoğan’ı görmek istememeleri” oluşturuyor. Nitekim Le Monde’da Brüksel temsilcisi Cécile Ducourtieux’nün önceki gün yayımlanan analizi “Süper Başkan Erdoğan’ın zaferi Avrupalıları sıkıntıya sokuyor” (Les Européens embarrassés par la victoire de l’hyper-président Erdogan) başlığını taşıyor.

 

Ducourtieux analizinde Avrupalıların Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yetkilerini güçlendiren anayasa değişikliğinin “sorunsuz” olduğunu kabul edemeyeceklerini zira Avrupa Konseyi’nin raporunda (Venedik Komisyonu’nun raporu) bu değişikliğin otokratik bir rejime yol açacağının vurgulandığını belirtiyor. Avrupalıların ayrıca muhalefet partilerinin usulsüzlük itirazlarına gözlerini kapatamayacaklarını dile getiriyor. Ducourtieux’nün bu yazısından sonra söz konusu itirazların YSK tarafından reddedildiği göz önüne alınacak olursa, asıl gerekçenin Erdoğan’ın Türkiye’nin başında olmaya devam edecek olması olduğu aşikâr. Nitekim konuyla ilgili olarak Fransız medyasında çıkan haberlerde Erdoğan’ın iki seçim kazanması halinde 2029’a kadar iktidarda kalabileceğine dikkat çekiliyor.

 

Avrupalı müttefiklerimizin bu tutumu, Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin Siyasi Partiler ve Seçim yasalarında yapılacak değişikliklerle demokratik zafiyeti olmayacağı düşüncesiyle referandumda “evet” oyu kullanmış olanların kafasında birçok sorunun oluşmasına yol açıyor. İşte birkaçı: Avrupalılar Türkiye’de otokratik bir rejim olmasından kaygılanıyorlarsa neden 15 Temmuz darbe girişimine karşı daha kararlı ve net bir tepki göstermediler ve darbecilere kol kanat gerdiler? Türkiye’ye iadeleri hususunda neden iş birliği yapmadılar? Erdoğan’ın Türkiye’nin başında olmasına karşılarsa, Erdoğan’ı tasfiye amaçlı darbe girişimine acaba bildiğimizden çok daha fazla mı karıştılar?

 

Bu sorulara verilebilecek makul yanıtlar Avrupalı müttefiklerimizin Türkiye’de demokrasinin konsolidasyonuna önem atfettikleri ve Erdoğan’ı sadece “otoriter” ya da “diktatör” buldukları için Türkiye’nin başında görmek istemedikleri tezini tümüyle çürütüyor. Erdoğan’ı başka bir nedenle istemedikleri aşikâr. Peki ama asıl gerekçe ne?  Türkiye’nin başında kendilerine itaat edecek birini mi istiyorlar? Bunu bölgede öncelikle kendi çıkarlarını savunan, eskiden olduğu gibi “Batı’nın bölgedeki jandarması bir Türkiye” mi istiyorlar? Ulusal çıkarlarına aykırı olsa bile müttefiklerinin bir dediğini iki etmeyen bir Türkiye mi arıyorlar?

 

Bu ve benzeri soruları arttırmak mümkün. Bu sorulara makul yanıtlar bulunamadığı sürece Batı ile ittifakımız isteyelim, istemeyelim, kaçınılmaz olarak sorgulanacaktır elbette.    

 

    

- Advertisment -