Ana SayfaYazarlarDin üzerinden ötekileştirme

Din üzerinden ötekileştirme

Bütün dünyada, kitleleri din kadar ve din adına harekete geçirebilecek başka hiçbir şey yoktur. Diğer bütün ideolojiler bir yana, milliyetçilik bile kitleleri din kadar çabucak galeyana getirip hareket içine sokamaz. Başta Fransız Devrimi olmak üzere, tarihteki her başarılı devrimin arkasında mutlaka bir “din desteği” vardır.  Hele İbrahimî dinlerdeki “cihad” kavramı gibi etkin ve “sihirli” bir sözün hikmeti, anlatmak ve yazmakla tükenmez.  Bana öyle geliyor ki, bugün dünyanın pek çok ülkesinden IŞİD gibi cani örgütlere katılmada “cihad” sözü kadar ikna ve motive edici başka hiçbir şey yoktur. Çünkü sadece “cihad” kelimesini duyduğunda, harekete geçmeye hazır on binlerce, hattâ yüz binlerce insan var. Üstelik bu insanların çoğu, “cihad” çağrısı yapanın siyasi hedefi ve ideolojisine bile bakmaz. Onlar sadece din için, Allah için bir mücadele verdiğine inanır.

 

Ermeni meselesinde din

Bundan tam 100 yıl önce,  İttihatçılar Ermeni meselesini kökten halletmeyi düşündüklerinde, maalesef ilk başvuracakları ikna aracı din olacaktı. İşte tam bu savaş ve dehşetin ortasında, bizim oralarda, yani Diyarbakır’ın Kulp ilçesine bağlı dağlık köylerde bir imam şöyle fetva veriyordu: “Ey Müslümanlar, İslam’ın beş şartından biri de Hacca gitmektir. Hattâ bu şart diğerlerine nazaran en zor olanıdır.  Biliyorsunuz, buralardan Hacca yayan gitmek 5-6 ay sürer. Tabii Hac ziyaretine yayan gitmek çok daha hayırlıdır. Ama ben size diyorum ki bugün Hacca gitmenize gerek yok. Her kim ki bir kâfiri [Ermeniyi] öldürse, Hacca gitmiş kadar sevaba girer, artık ‘Hacı’ sayılır.” Evet, imam aynen böyle fetva veriyordu. Bu fetvanın verildiği köylerin birkaç köy ötesinde, benim şeyh olan dedemin de köyü vardı. Dönemin Kulp Müftüsü de olup anne tarafından dedemiz sayılan Şeyh Muhammed, o köy imamına karşı “İster Ermeni ister Müslüman olsun, her kim ki bir insanı öldürürse o katildir ve günahların en büyüğünü işlemiştir. Dinimiz İslam’da katletmek zinhar yasaktır. Sakın ola ki suçsuz ve günahsız Ermeni komşularınızı öldürmeyesiniz” diye fetva veriyordu. Ancak onu dinleyen olmayacaktı. Şeyh dedelerimin yapabildikleri yegâne şey, birkaç Ermeni aileyi evlerinde saklayabilmek olacaktı.  Halkımız,  İttihatçıların teşvik ettiği cahil bir imamın fetvasını, âlim bir şeyhin fetvası üzerinde tutacaktı.

 

Ermeni soykırımından on yıl sonra, tarihte 1925 Ayaklanması olarak bilinen Şeyh Sait İsyanı çıkar. Şeyh Sait İsyanında, bizzat şeyhin en yakınları bizim köye gelip Şeyh Muhammed’e, “Şeyh, sizin müritleriniz ve sevenleriniz çok. Eğer siz de isyana destek olursanız başarı şansımız yüksek” derler. Şeyhin onlara da cevabı şöyle olacaktır: “Haklısınız. Biz de iktidardan razı değiliz. Ancak ben bir Müslüman Kürdün, bir Müslüman Türkü öldürme fetvasını veremem. Bu dinimizce caiz değil” der. Fakat buna rağmen, isyan bastırıldıktan sonra Şeyh Muhammed Aydın iline sürgün edilir ve orada vefat eder.

 

Din ve siyaset

Bunları şunun için anlattım: Barış süreci akamete uğrayıp bölgede tekrar şiddet ortamına dönüldüğünde, hem Kürtler hem de Türkler içinden kimi din adamları, Ermeni meselesinde olduğu gibi, yine din üzerinden karşı tarafı ötekileştirmeye başladılar. Halbuki bu son derece tehlikeli bir yöneliştir. Başta siyaset kurumu ve yargı olmak üzere, kimse buna asla müsaade etmemelidir.

 

Şimdi kamuoyunda Cüppeli Ahmet Hoca olarak tanınan Ahmet Mahmut Ünlü ’nün, 07.01.2016’da Lalgül TV’nin “Bu Haftanın Sohbeti” adlı programında yaptığı şu konuşmaya bir göz atalım:  “Allahım bu polislerimizi askerlerimizi şehit edenleri helak eyle yarabbi, kahreyle yarabbi, mahveyle yarabbi, ocaklarını kurut yarabbi. Yarabbi bunların adına çalışanları da helak eyle, bunlara yardım eden iç ve dış güçleri de helak eyle yarabbi, bunların adına parti kurup teröristleri savunanları da kahru perperişan eyle yarabbi. Allahım bunların meclisteki ocaklarını da kurut yarabbi. Yahu ne işe kaldık yahu, özerklik istiyor yahu, vatanın bölünmesini savunuyor, mecliste de grubu var, meclis başkanı izne gidiyor, kalkıyor o karı meclisi yönetiyor, meclisi yönetiyor yahu. Derdi ne? Derdi memleketin bölünmesi. Ben böyle bir devlet dünyanın bir yerinde görmedim. Muz cumhuriyeti bunu yapmaz…”

 

Bu konuşmaya sosyal medyada rastladım ve videosunu birkaç kez izledim. Hoca’nın her bedduasından hemen sonra, bütün cemaat hep bir ağızdan “âmiiin” diye haykırıyor. Kin ve nefret saçan benzer görüntüler Kürt din adamları arasında da görülmeye başladı. Şimdi,  31 Aralık 2015’te Şırnak’ta Kürt bir imamın Türkçe ve Kürtçe olarak  ifade ettiği şu sözlere de bakalım: “Devlet camiye saldırıyor… Çocuklar hendek kazıyor, peki caminin suçu ne? Hendek kazmak sünnet değil farzdır… Köpeklerin, yük taşıyan katırların bir kimliği var, ancak bizim yok. Bizim kabul edilmememizin sebebi Müslüman olmamızdır. Sözde biz Ermeniyiz onlar Müslümandır!”

 

Kürt ve Türklerin kader birliği, akrabalığı ve sağduyusu gibi olgular, iki halkın milliyetçilik üzerinden birbirlerini boğazlamalarına zemin oluşturmadı.  Daha 1881’de Mısır’daki mitinglerde Türk aleyhtarı bildiriler dağıtılıp, “Yaşasın Araplar, kahrolsun Türkler” şeklinde sloganlar atılıyordu.  Nerdeyse 140 yıl sonra bile,  Kürtlerin yaşadığı bunca acı, inkâr ve hor görülmelerine karşılık, Kürtler arasında “Yaşasın Kürtler, kahrolsun Türkler” gibi ilkel bir slogan atılmadı.

 

Ortadoğu’da milliyetçilikler üzerinden yaratılan ötekileştirme politikaları, din ve mezhep üzerinden yaratılabilen düşmanlıklar kadar yıkıcı ve tehlikeli değil. Bu kin, bu nefret söylemi din üzerinden tedavüle konduğunda, bizleri götüreceği yegâne yer Türk ve Kürt halklarının birbirlerini boğazlamasıdır. Emin olun bu ülkede hiçbir şey İslam dininin milliyetçilikle zehirlenmesi kadar yıkıcı ve tehlikeli olamaz. Lütfen bu “din adamlarını” işin içine katmadan, bu meseleye bir çözüm bulalım.  

 

Son olarak şunu da söyleyelim, AK Parti, ülkenin doğusunun yönetimini güvenlik gerekçesiyle asker ve polise terk edip doğuda farklı, batıda farklı bir hukuk uygulamaya koyduğunda, ileride beklenmedik sıkıntılar yaşar. Tolstoy Savaş ve Barış adlı eserinde, “insanoğlu hiçbir dönem, savaşta olduğu kadar özgür değil”  diyordu. Bu “özgürlüğün” ne anlama geldiğini hepimiz biliyoruz. 

- Advertisment -