Ana SayfaYazarlarBir Abbasi halifesi

Bir Abbasi halifesi

 

Mu'tazıd-Billah (veya Ahmed el-Mutezîd Billâh; tam adıyla Ebû’l-`Abbâs "el-Mu`tezîd bi’l-Lâh" ʿAhmed bin Tâha el-Muvaffak bin Câʿfer el-Mûtevekkil), hayatı İslam Ansiklopedisi’nde yaklaşık bir buçuk bir sayfayla anlatılmış bir Abbasi halifesidir.  Ali Aktan’ın kaleme aldığı  maddede, Mu'tazıd-Billah’ın, H.242 (856-57) veya H.243 (857-58) yılında Samarra'da doğduğu; babasının Abbasi hanedanının nüfuzlu simalarından Muvaffak Billah, annesinin ise Rum asıllı bir cariye olduğu belirtildikten sonra şöyle denir: “Mu'tazıd- Billah tutumlu, atılgan ve sert mizaçlı bir kimse idi. Sarsılmakta olan Abbasi hâkimiyetini yeniden sağladığı için kendisine devletin kurucusunun lâkabı verilmiş ve ‘İkinci Seffah’ olarak adlandırılmıştır.….Bağdat'ın doğu yakasında Süreyya adıyla büyük bir saray yaptıran halife, sarayını korumak amacıyla Hucriyye isimli birkaç bin kişilik Memlûk kuvveti teşkil etmişti. 18 Recep 279’da (14 Ekim 892)  halife olan Mu'tazıd-Billah 22 Rebülahir 289 (5 Nisan 902) tarihinde Bağdat'ta vefat eder.” (İslâm Ansiklopedisi,  cilt 31 (2006),  383-384).

 

Yukarıdaki satırlar,  Mu'tazıd-Billah’ın saygıdeğer bir şahsiyet olarak zihnimizde yer etmesini sağlar. Hiç kuşkusuz “İslâm halifesi” diye anılan biri saygıyı hak eder ve bizler de, 1100 küsur  yıl önce Hakkın rahmetine kavuşan birine saygısız davranma kabalığına asla giremeyiz. Öte yandan Mu'tazıd-Billah, Abbasi halifesi ve İslâm devleti yöneticisi kimliğiyle tarihe de mal olmuş bir yöneticidir. Dolayısıyla hayatı, yaptıkları ve hakkında yazılmış olanlar, ister istemez bizlerin de dikkatini çekebilir. Kuşkusuz hakkında yazılmış olanlar, kimi zaman yalan ve yanlış da olabilir. Peygamberlerin dahi iftiraya uğradığı bir dünyada, Mu'tazıd-Billah da pekâlâ iftiraya kurban gidebilir.

 

Halife merhametten yoksun olunca

 

Mu'tazıd-Billah ile alâkalı olarak bu yazıda anlatacağım bazı olayları Mesudî’nin Murûc Ez- Zeheb (Altın Bozkırlar) adlı eserinden aldım. Selenge Yayınları tarafından 2017’de 4. baskısı yapılmış olan kitabı, Dr. Ahsen Batur Arapçadan Türkçeye çevirmiştir. Kitabın önsözünde de belirtildiği şekilde, başta Rus tarihçiler  olmak üzere birçok yorumcu Mesudî’yi İslâm dünyasının Herodot’u olarak kabul eder. O da Herodot gibi gezmiş, hattâ ondan da fazla ülke ve diyar dolaşmış; İran’ın Fars bölgesi ve Kirmanşah’ından (Kürt bölgesi) sonra bir süre İstahr’da kalmış, daha sonra Horasan’a, oradan Hindistan’a geçmiştir. Hindistan’dan Çin’e giden, derken Hint Okyanusu üzerinden Madagaskar’a dönen Mesudî, bir müddet Zengibar’da kaldıktan sonra,  Umman üzerinden tekrar Bağdat’a vâsıl olur. Ardından Musul, Azerbaycan, Şam ve Kuzey Afrika’yı dolaşan Mesudî, Fustat’ta (Kahire) vefat eder. Hemen ekleyelim ki Murûc Ez-Zeheb 1841’de İngilizceye, 1872’de Fransızcaya çevrilip yayınlandı. Yani bizim anlatacaklarımızı zaten dünya biliyor.

 

Murûc Ez-Zeheb’de Mesudî, Mu'tazıd- Billah için şöyle bir girişle söze başlar: “Mu'tazıd, çok az merhametli, kan dökmeye çok istekliydi ve öldürdüğü kişiyi seyretmeye bayılırdı. Köleleri arasından seçip hassa askerleri arasına aldığı gözde bir kumandanına kızdığı zaman, gözünün önünde bir çukur açtırır, sonra başı üstüne dikerek çukura sokar, vücudunun yarısı dışarıda kalacak şekilde çukuru toprakla doldurturdu. Sonra üstüne çıkıp toprağı ayakları ile çiğner ve bu işi adamın canı kıçından çıkıncaya kadar yapardı” (Mesudî:434). Mu'tazıd’ın güvenlik birimlerinin başına kendi kölelerini getirdiğine İbnü’l Esir de (cilt 8:381) dikkat çeker. Mu'tazıd, bazen öldürmeye karar verdiği kişileri soyarak sarayın tepesine çıkartır ve öldürünceye kadar ok atarmış.  Mesudî, Mu'tazıd’ın birkaç işkence yönteminden ayrıntılarıyla söz ettikten sonra, her türlü işkencenin yapıldığı bir işkencehane kurduğu ve muhafız olarak Necah el-Hürremî’yi görevlendirdiğini yazar.

 

Ateşte kızartılan bir “isyancı”

 

H.280 (983-984) yılında,  halifeye karşı isyan hazırlığı içinde olduğu ileri sürülen, Şeyleme lâkaplı Muhammed ibn el-Hasan b. Sehl diye biri yakalanır. El-Hasan ve beraberindekilerin Bağdat’ta, Ebu Tâlib ailesinden birine gizlice biat ettikleri yönünde bilgiler elde edilmiştir. Biat edenler, aynı gün sokağa dökülüp Mu'tazıd’ı öldürecekmiş. Derken yakalanmış olanlar Mu'tazıd’ın huzuruna çıkartılır. Sorgularında, başka kimlerin bu plan içinde yer aldığını bilmediklerini,  ancak Ebu Tâlib ailesiyle irtibatı sağlayan kişinin el-Hasan olduğunu kabul ederler. Mu'tazıd bunların öldürülmesini emrettikten sonra, Şeyleme lâkaplı el-Hasan’ı, biat edilen kişinin kim olduğunu öğrenmek amacıyla sorguya çeker. Mu'tazıd her ne ederse, Şeyleme konuşmayı ve kime biat ettiğini açıklamayı reddeder: “Beni ateşte kızartsan bile daha fazlasını duyamazsın. İnsanları kendisine itaat etmeye çalıştığım ve imametini kabul ettiğim birinin adını vermem. Ne yapacaksan yap.” Mu'tazıd, tam da kendi istediğinin uygulanacağını söyler. Uzun bir demir getirilir, makadından sokularak ağzından çıkartılır. Sonra büyük bir ateş yakılarak Mu'tazıd’ın gözü önünde, tıpkı bir kuzu veya piliç çevirircesine, canı çıkıncaya kadar yavaş yavaş ateşte kızartılır. Bu arada Mu'tazıd habire sövmekte, ağza alınmayacak küfürler etmektedir (Mesudî:435).

 

Aynı olaydan İbn’ül Esir de biraz farklı bir şekilde söz eder. “Şumeyle” diye bilinen şahsın adının Muhammed b. el-Hüseyin olduğunu belirtikten sonra, “Şumeyle”nin bir çadırın direğine bağlanıp etrafında büyük bir ateş yakıldığını, âzâsı birbirinden ayrılıp kopuncaya kadar bu şekilde bırakıldığını yazar. İbn’ül Esir, Mu'tazıd’ın adamlarına ve etrafındakilere son derece heybetli ve korkutucu gözüktüğünü, hepsinin zulmünden korkup çekindiğini kaydeder (İbnü’l Esir, cilt 8:381, 429).  

 

Bağdat’ta bir soygun

 

Bir gün Mu'tazıd, asker maaşlarının ödenmesi için devlet hazinesinden yüz bin dirhem alınıp mutemedinin evine götürülmesini emreder. Yüz bin dirhem götürülür, fakat o gece evin duvarı delinerek para çalınır. Mutemet, o günkü muhafız komutanı Mûnis el-Fahl’ı çağırarak durumu bildirir. Muhafız komutanı kollukçuları ve tevvâbîni çağırarak derhal harekete geçmelerini söyler. Tevvâbîn denilenler vaktiyle hırsızlık yapıp daha sonra tövbekâr olan yaşlı kişilerdir. Bir hırsızlık olayında, genellikle herkesten önce onların haberi olur. Bu sefer de çarşı ve pazara, sokaklara, dükkânlara, kumarhane ve batakhanelere dağılırlar. Kısa bir süre sonra, zayıf, ince yapılı ve sade giyimli birini bulup getirirler. Tamamı “ efendim hırsız bu adamdır, yabancıdır, buralı değildir” der.

 

Mûnis el-Fahl kendisini sorguya çeker; bu işi kiminle yaptığını, yardımcılarının kimler olduğunu, paranın ve arkadaşlarının nerede olduğu sorar. Ancak adam ısrarla hiçbir şeyden haberdar olmadığını söyler. Tatlı dil, ödül ve vaatler işe yaramayınca, adam dövülerek konuşamayacak hale sokulur. Mu'tazıd olayı duyunca muhafız komutanını çağırır; “Bre ahmak!” der, “devlet hazinesinden yüz bin dirhem çalan bir hırsızı yakalıyor ve döve döve mahvediyorsun. Adam ölüp gitse para da gider. Nerde kaldı insanların hileleri?” diye işe el koyar.

 

Hırsız sedyeyle halifenin huzuruna çıkartılır. Mu'tazıd parayı sorar, ancak o yine inkâr eder. Mu'tazıd paranın yerini söylediği takdirde  kendisine hayatını idame ettirecek kadar para bağlayacağı sözünü verir.  Adam yine inkâr edince,  Mu'tazıd tabiplerini çağırıp onu en kısa sürede tedavi etmelerini emreder.   Bu arada Halife, çalınan paranın yerine asker maaşlarını dağıtmak amacıyla tekrar sikke kestirir.  Tabiplerin özel ilgisiyle, adam kısa bir sürede iyileşir ve eski gücüne kavuşur.  Halifenin karşısına çıkarılınca, Mu’tazıd ona paranın yerini söylediğinde kendisini tevvabîn arasına alıp, ölünceye kadar her ay on dinar maaş bağlayacağını söyler. Ancak adam getirilen mushafa da el basarak parayı çalmadığını söyler. Tehdit ve ödül vaatleri işe yaramayınca Mu'tazıd, çeşitli işkence yöntemleriyle zanlıyı konuşturmaya girişir.

 

Hırsızın işkenceyle infazı

 

Mu'tazıd otuz siyah köle getirilmesini emreder. Adam ayakta tutulacak ve uyutulmayacaktır. Mu'tazıd kölelere, sırayla nöbet tutup onu uyutmamalarını emreder. Birkaç gün hiçbir yere dayanmadan, oturmadan ve yatmadan ayakta bekleyen adam, yere çöktüğünde köleler başını yukarı diker. Artık hiçbir şekilde ayakta duramaz hale geldiğinde, Mu'tazıd’ın yanına çıkarılıp tekrar sorguya alınır. Halife bu sefer güzel bir sofra hazırlatarak karnını doyurmasını söyler, hattâ kendi eliyle ağzına lokmalar tıkıştırır. Karnını doyuran adama güzel kokular sürdürtür. Buhurdanlar arasında yumuşak bir yatak hazırlanır ve adam yatağa uzanır. Tam daldığında hızla uyandırılarak tekrar halifenin karşısına çıkarılır. Mu'tazıd kendisine “olayı nasıl yaptığını, deliği nasıl açtığını, nereden çıkıp parayı nereye götürdüğünü ve yanında kimler olduğunu anlat!” der. Yarı uyur haldeki adam şu cevabı verir: “Tek başımaydım, girdiğim delikten çıktım. Evin karşısındaki hamamın yanında yakmak için bırakılmış bir çalı yığını vardı. Parayı aldıktan sonra bu çalıları kaldırıp parayı altına koydum ve üstünü kapattım. Para orada.” Mu'tazıd adamı tekrar yatağına gönderir ve paranın alınıp getirilmesi için emir verir. Para söylendiği yerden çıkartılıp getirilir. Kuruşu kuruşuna tamamdır. Halife,  ordu komutanı Mûnis el- Fahl’ı, vezirini ve yakın dostlarını çağırarak, adamı tekrar uykusundan uyandırtıp getirtir. Adam yine inkâr edince, para kendisine gösterilir.  Bu kez adam suçunu itiraf eder.

 

Artık sıra, suçunu itiraf etmiş olan hırsızın cezalandırmasına gelmiştir. Gerisini Mesûdî şöyle yazar: “Arkasından adamın ellerini ve ayaklarını bağlattı. Bir körük getirtip adamın kıçına sokturdu. Pamuk getirtip kulaklarını, ağzını, burun deliklerini tıkattı. Sonra körükle hava basmaya başladı. Adamın elleri ve ayaklarını çözdüler ve yalnızca ellerini tuttular. Şişirilmiş koca bir tulum gibi oldu. Bütün organları şişmiş, cüssesi kocaman olmuştu. Gözleri irileşmiş ve dışarı fırlamıştı. Neredeyse patlayacaktı. Mu'tazıd tabipleri çağırtıp, kaşlarının üzerinde ve tam iki kaşın arasında bir delik açtırttı. Vücuttaki hava kanlarla birlikte dışarı fışkırmaya başladı ve adam bu şekilde ölünceye kadar içerdeki hava sesler çıkartarak dışarı atıldı. Bu, o güne kadar görülen en büyük işkence idi” (Mesûdî:440)

.

                                                   *          *          *

 

Mu'tazıd-Billah 5 Nisan 902’de Bağdat’ta vefat ettiğinde, yerine geçen oğlu Müktefi-Billah’ın ilk işi, babasının kurduğu işkencehaneyi yıktırıp tutukları serbest bırakmak oldu.

Çoğu insan geçmişe özlemle bakar; ancak geçmiş sanıldığı gibi güllük ve gülistanlık değil.

 

 

- Advertisment -