Ana SayfaYazarlarMuhafazakâr entelektüel olur mu?

Muhafazakâr entelektüel olur mu?

 

Elbette olur. Fakat bir türlü olamıyor.

 

Dedem son derece koyu bir Adnan Menderes’çiydi. O kadar ki küçük amcamın iki adı vardır: Adnan Menderes. Talihe bakın ki yaşadığı beldede sol da oldum olası güçlü olmuştur. Uzun süreler belde belediyesi solun "elinde" kalmıştır. (Herkesin birbiriyle "hısım-akraba" olduğu bu küçük kasabalardaki siyasetin hikâyesini de ayrıca bir yazıyla ele almalı.)

 

Bir keresinde dedemin yakın bir akrabası sol partiden belediye başkan adayı olur. Yani oradaki tabiriyle ‘reisliğe oturur’ ve önemli bir politik kişilik olarak gördüğü dedemi ziyaret ederek bir defalık oyunu ister. Dedemin cevabı oldukça nettir: "Sen bana namussuzluk mu yap diyorsun!"

 

Hayatının tamamını Malatya’da geçirmiş böyle bir babanın oğlu olarak babamı da en çok Özalcı kimliğiyle hatırlarım. 80’li yılların Malatya’sında Özalcı olmayan kimse var mıydı onu da hatırlamak zor.

 

Özal’ın ve Anavatan’ın estiği yıllar. Malatya’nın mütevazi ama hayat dolu tek katlı evlerinin odalarında Anavatan’ın meşhur arı kovanı şeklindeki Türkiye haritası üzerinde çalışan arısının basılı olduğu takvimler.

 

Darbe sonrasına oldukça uygun bir amblem. Herhangi bir politik sertlik yayılmıyor bakınca. Herkesi kapsayıcı, didişip kavga etmeyi değil çalışıp bal yapmayı öneriyor. Politik kavgaların ötesinde pozitif bir gelecek çarışımı yapıyor. Böyle olunca da evlerin duvarlarına rahatlıkla asılabilen bir parti takvimi oluyor. Yıl 1983 olmalı. 84, 85 hep böyle giden yıllar.

 

Küçük evler, küçük hayatlar, küçük memurlar, küçük yollar, küçük dünyalar…büyük olan tek şeyse politik tutku. Bu küçük evlerde ne büyük politik tartışmalar olur, sokak aralarında parti mitingleri yapılırdı. Milli Eğitim bakanlığı da yapan Metin Emiroğlu’nu evimizin önünde konuşurken hatırlıyorum düşününce. O gece bisikletlerimize yeterince binememişliğimizden olacak canlı bir hatıra olarak kalmış aklımda.

 

Sonra Anavatan’ın göz göre göre düşüşü ve insanların giderek daha sert ve politik rüzgarlar karşısında kolay savrulmayacak yeni bir harekete olan ihtiyaç duymalarını hatırlıyorum. Tam o yıllarda Erbakan’ın şehre gelip miting düzenleyişini bir de.

 

İlkokul 5. Sınıfta İstanbul Dersanesi’ne gidiyorum. Anadolu Lisesi sınavlarına hazırlanıyoruz. Akpınar meydanına yakın bir apartmanı dersaneye çevirmişler. Şehrin her yerinde dersane salgını. Üzerinde de etrafın rahatça görülebildiği bir teras. Yıl 88-89 olmalı.

 

Akpınar meydanında bin-iki bin kişilik bir grup toplanmış, tuhaf bıyıklı değişik konuşan birini dinliyorlar. Ara sıra bağırıyorlar da. Ders yapamıyor muyuz, öğle arasında mıyız pek hatırlamıyorum ama terastan uzunca izliyoruz bir şekilde. Refah Partisi yazıyor bir yerlerde. Kimki bu adam? Dediğimi hatırlıyorum. Grup küçük ama söylemleri hayli büyük bu adam da nereden çıktı? Özal’ın dışında bir siyasetçi olarak ilginç bulmuş olmalıyım. Varmış, olabiliyormuş diye.

 

Sonra Özal’ın ölümü. Büyük bir travmadır Malatyalılar için. Ölümünden çok sonraları bile yıllarca pek çok araba siyah şeritler taşımıştır üzerinde. Malatya’nın bütün ruhunun gizli olduğu, ekmeğin yanında bütün bir yemek kültürünün, yoksulluk hallerinin piştiği ekmek fırınlarında ve esnaf dükkanlarında da aynı şeritlerden görebilirdiniz. Özal’ın yasını tutmak belki de hiç bitmeyen bir erken ölüm üzüntüsüdür. Bu nedenle kabrinin İstanbul’da olması Malatyalılar açısından bir talihsizliktir.

 

İşte bu insanların arasında doğup büyüdük. O nedenle de muhafazakâr dünyanın ruhunun ne demek olduğunu bilerek yetiştik. Bizimkiler ANAP’ın eğilimlerinden hangisine denk düşüyorlardı tam olarak saptamak zor ama 10 haneli sokakta bütün eğilimlerden insanlar olduğu muhakkaktı. Karşı komşumuz İslamcı, bitişiğindeki "seküler muhafazakâr",hemen yanındaki liberal-muhafazakâr, hemen yanındaki "işçi sınıfı, muhafazakâr" ve hemen yanındaki de pekala "apolitik muhafazakâr"dı.

 

Aynı sokakta muhafazakârlığın her türü vardı yani. Sol görüşlü kimse var mıydı acaba sokakta? Emin değilim ama şüphelendiğim birileri olduğunu söyleyebilirim.

 

 Bu küçük evlerde ODTÜ’nün eğitim dilinin ingilizce oluşuna verip veriştirilirdi. Ekonomi yönetimlerine sayıp sövülürdü. "Deniz Gezmiş gibi.." diye bir tabir vardı. Erkek çocukları için kötü yola düşmek gibi bir içeriğe sahipti. En çok duyduğum cümlelerden biri de, "kaşıkla verip kepçeyle geri almak"tı galiba. Hükümetlerin hep böyle yaptığı söylenir dururdu. 90’lı yıllar oralarda da kasvetli ve zor zamanlardı.

 

Bunları yazmamın sebebi bu insanların aynı zamanda okumuşlara karşı besledikleri büyük güvensizliği anlatmak isteyişim. Babama göre büyük şehirlere okumaya giden çocukların kaybolup gitmesi ve politik olarak "karşı safa" geçmesi adeta kaçınılmaz bir son gibiydi.

 

Hele bu çocuk ODTÜ’ye filan giderse durum hepten çok tekinsizdi. "Deniz Gezmiş gibi.." İki kardeşim sonradan ODTÜ’ye gitti de babamla epeyce bir mücadele etmeleri gerekti; "yoldan çıkmadıklarını" ve politik olarak karşı safa filan geçmediklerini anlatmak için.  

 

Bu insanlar çocuklarının kaybolup gitmesinden fena halde korkar ve tedirgin olurlardı. Çocuklarının camiye gitmesini ve dinden uzaklaşmamasını daha çok bu ürktükleri sona doğru kaymaları önleyeceğini düşündükleri için isterlerdi. Dinin böylesi bir kendi dışında amacı olmuştur hep.

 

"Fazla okumak" diye birşey vardı mesela. Ders kitapları dışındaki her kitap tekinsiz birer fazla okuma sayılırdı. Okul kontrolünde, öğretmenler ne diyorsa onunla iktifa edilmeliydi. Aksi takdirde yoldan çıkma ihtimali kuvvetle muhtemeldi.

 

Sözün özü bu insanlar için bilgi ve eğitim ya da okumuş ve aydın esasen onların dünyasını temsil etmeyen bir şey gibiydi. "Okuyanların hepsinin solcu olduğu"söylenir dururdu.

 

Şimdi muhafazakâr camianın entelektüelliğine soyunanlar da işte buralardan geliyor olmalı. Tabi daha çok Anadolu’da doğup büyüyenler. İstanbul müslümanlığı ve muhafazakârlığı için ayrı bir başlık açmalı çünkü İstanbul’un ezen ve duvara çarptıran yüzü Anadolu’nun sakin ve dingin, birbirine benzeyen ailelerini hayata karşı sertleştirmiş ve öfkeyle doldurmuş olmalı. Anadolu’daki daha ılımlı eğilimler burada katılaşıp keskinleşmiş, politika bir tür hesaplaşma aracına dönmüş olmalı.

 

Herneyse, bu Anadolu-İstanbul müslümanlığı meselesini de şimdilik bir tarafa bırakarak diyebiliriz ki genel olarak muhafazakâr okumuş çocuklar öncelikle kaybolup gitmemek –ki pek çok cemaat de bilindiği gibi bu kaybolup gitmeme beklentisine oynamıştır- ve daha sonrasında da geldikleri kesimleri kurtarmak gibi bir duyguyla yüklüdürler.

 

İyi eğitim alabilmeli, en iyi okullara gidebilmeli, yurt dışında yüksek lisans doktora yapabilmeli ama namaz da kılabilmeli, oruç da tutabilmeli ve içinden geldikleri insanlar gibi yaşayabilmeli ve bu çizgiden kopmadan dünyayı kavrayabilmelidirler. Muhafazakâr çocuklar hayattan ürken ve korku duyan ailelerin çocuklarıdırlar.

 

Gelecek kaygısı yüksek olan ve değişimden büyük endişe duyan ailelerdir bunlar. En çok da devlet karşısında korunaksız ve zayıftırlar. Devlet, her şeye gücü yeten bir büyük iktidardır ve kendilerini güvende hissedebilmeleri için ne yapıp yapıp onun bir parçası olmak, onunla iyi geçinmek veya en azından onun gözüne gözükmemek kaçınılmazdır.

 

Bu yüzden bu muhafazakâr çocukların üniversiteye giderken ilk tercihleri ne olursa olsun okul bittikten sonraki ilk tercihleri hep devletten yanadır. Diğer her şey çok sonra gelir. Devlette olmak sadece para kazanmak ya da hizmet etmek değil aynı zamanda hayatı en güvenli ve en emniyetli kazanma, en korunaklı bir gelecek anlamına gelir. 

 

Dolayısıyla bu çocuklar için temel öncelik, ahlaklı (yani yoldan çıkma ve kayıp gitme ihtimaline karşı korunaklı) bir hayattır. Ancak bu sayede dünyanın kavranabileceğine ve düşüncenin ya da bilginin hakiki bir değer taşıyabileceğine de zaman içerisinde kuvvetli bir inanç geliştirilmiştir.

 

Ahlaken kendileri gibi olmayan ya da dünyaya kendi baktıkları yerden bakmayan insanlardan gelen görüş ve düşünceler her zaman için –ontolojik olarak- "eksik"ir. Bu onlara psikolojik bir üstünlük verir gibi olsa da aynı zamanda altta yatan bir kompleksi de tetiklediğinden ne hissedeceklerini sürekli düşünmeleri gerekir.

 

Ne hissettiklerinden çok ne hissetmeleri gerektiğini düşünerek yaşamaya alışmışlardır ve bu nedenle de düşünmekten çok düşünülmesi gerekene yoğunlaşmışlardır. Hayatları –meli, -malı diliyle geçer. Böyle olunca da zihinler hep bir tümdengelimli işler. Açık-uçluluğa çok fazla yer yoktur. Kendini bırakmaya, hayatın akışına kapılmaya…

 

Muhafazakâr camianın okumuşlarına buradan bakınca görülen o ki, "Bakın biz de gittik batının üniversitelerinde okuduk, doktoralar yaptık. Bizim de kitaplarımız var ve çok da satıyorlar. Biz de imza günleri düzenliyoruz. Dergiler çıkarıyoruz. Biz de televizyonlara çağrılıyor biz de karmaşık görüşler ifade edebiliyoruz. Batılı kuruluşlar söylediklerimize bakıp yön belirliyorlar. Bizim de film yapanlarımız var hamdolsun. Bizim de sanattan anlayanlarımız, estetik zevkleri olanlarımız var. Enstruman çalan, incelmiş zevkleri olan bir sürü arkadaşımız var. Devlete gelince evet bu devlet bizim insanlarımızı hep ihmal etti. Onları makbul vatandaş olarak görmedi. Ezdi ve umursamadı. Dolayısıyla şimdi olması gereken oluyor ve devlet kendi insanının arzu ve beklentilerine göre yeniden kuruluyor. Bu aradaki serzenişler eski dönemin sefasını sürmeye alışmış olanların olması gerekene geçerken yaşadıkları haller. Geçici ve geçmese de olur şeyler. Devlet hep bizim gibilerin elinde olsaydı çoktan aşmış olacağımız meseleler. Batı’ya gelince, bizdeki batılıların anayurdu Batı denilen yer. Bizi biz yapan ne varsa hepsini aşındıran, bizi kendimizden alan, çocuklarımızın kaybolup gitmesine sebep olan bir kültür. Hegemonik ve emperyal. Buna karşı koymadan kendimize gelmemiz mümkün değil. O nedenle sert çıkışlarımız, karşı koymalarımız, politik kırılmalarımız var. Ama sonuç güzel olacak. Yüzümüzü sadece Batı’ya döndüğümüz için arkamızı kollayan kalmamış. Dost diye bizi içimizden vuranları bellemişiz yıllarca. Şimdi dışarıda da olması gereken neyse o oluyor." der gibiler. Kendilerine fazla güvenen, tedirginliği kapatmaya çalışan bir eminlikleri var sanki. Devletin gücünü hissetmekten gelen bir emniyetli konuşma ve kendini güvene almış insanların her şeye iyi bakma hali.  

 

Ama olmayan ve oturmayan bir şeyler de var ve bu biraz daha beklersek daha olacak bir durum gibi de gözükmüyor. Bu insanlar, sürekli olarak nasıl olmaları gerektiğini düşünerek hareket ediyorlar. İyi bir entelektüel nasıl olmalı? Kitap yazmalı, ciddi olmalı, imza günü yapmalı, karmaşık görüşler ileri sürmeli ve bir yandan da içinden geldikleri insanlar gibi yaşamayı sürdürmeli. İyi bir eğiitm nasıl olmalı? İyi bir toplum nasıl olmalı? Dindar nasıl olmalı? Okumuş nasıl olmalı? Entelektüel nasıl olmalı? Sürekli böyle sorular soruyor ve buna göre bir yaşamın öncüsü olmaya çalışıyorlar. Yaşamaktan çok nasıl yaşamaları gerektiğini düşünüyor gibiler. Sürekli olarak alttan alta bir şeylerin savunusunu yapıyorlar. Pozisyonları önceden belirlenmiş oluyor ve sonra söyleyeceklerini buna uydurmak için yalpalayıp duruyorlar.

 

Böyle olunca da buradan entelektüel çıkamıyor çünkü entelektüel nasıl düşünmesi ve nasıl yaşaması gerektiği sorusunu genellikle kendisine sormaz. Olaylar ve meseleler karşısında nasıl bir konum alacağını çok fazla düşünüp taşınmaz. Entelektüel için ahlak bizatihi düşüncenin kendisidir. En büyük otorite kendi vicdanından gelir. Hesap yapmaz, söyledikleri kime yarayacak diye bakmaz, adaletsizliğe karşı çıkmak için gün saymaz.

 

Yani düşünmek kendi ahlakını zaman içerisinde üretir ve entelektüel, kendisini bunun akışına kaptıran, ayrıca bir ahlaki sorgulaması olmayan kişidir. Bu anlamda namaz kılmak ya da oruç tutmak, ahlakın başlangıcı değil olsa olsa sonucu olabilir. Başka pek çok sonuç içinden bir türdür. Dini ya da milliyeti ne olursa olsun ortak bir entelektüel ahlakından söz etmek mümkündür bu yüzden. Siyasi konum alışları, kişisel menfaat kaygılarını, iktidar arzularını aşan bir ahlakın görünümleri bambaşka olsa da özü hep aynıdır bu yüzden. Başta kendisine ve kendi değerlerine olmak üzere her türlü görüş ve düşünceye karşı eleştireldir çünkü verili bağlılıklarla kendini dönüştürmenin mümkün olamadığını bilir.  

 

Diğer yandan, entelektüelin en önemli iki vasfı, çelişkilerle uzlaşmamak ve başkalarının acısını kendi üzerinde hissedebilmekse eğer anadolunun muhafazakâr çocuklarının kendi insanlarının acılarına son vermeye olan aşırı bağlılıkları başkalarının acısını hissedebilme güçlerini kırmış, çelişkilerin üzerine gitmek yerine muhafaza etmeyi seçmiş gözüküyor.

 

İşin en acıklı yanı ise bu yeni muhafazakâr entelektüeller bir kez daha Malatya’nın ara sokaklarında sessizce yaşayan insanların iradelerini yansıtmıyor oluşları. Kaybolup gitmiyorlar ve yoldan çıkmıyorlar belki ama yeni bir düşünce de getiremiyorlar. Eski sorunları yeni bir şekilde ele alıyorlar ama sonuç eskinin yeniden söylenişinden ibaret oluyor. Bal yapmayan arılar gibi, çok konuşan, çok yazan, çok bağıran ama ortaya bir şey çıkaramayan bir yeni zümre doğuyor. Arkadan iten büyük siyasi güce ve yılların birikmişliğine rağmen ileri gidememe sertleştiriyor ve radikalleştiriyor. İşin kötü yanıysa söylemler giderek sertleşiyor ve Anadolu muhafazakârlığı da giderek İstanbul’daki haline benzemeye başlıyor.

 

Başa dönüp soracak olursak, muhafazakâr entelektüel olur mu? Tabiki olur ama olması için muhafaza edilenin şekil değil ruh olduğunun ve entelektüelin başına muhafazakâr ya da liberal veya sosyalist gibi nitelemelerin getirilemeyeceğinin bilinmesi gerekiyor.      

- Advertisment -