Ana SayfaYazarlarBabalarımızı anlama sorumluluğumuz var mı?

Babalarımızı anlama sorumluluğumuz var mı?

 

Uzunca bir aradan sonra Malatya’dayım; baba evinde. Onca değişime, şehrin her yerine yayılan yeni yerleşim yerlerine ve büyüme arzusuyla dopdolu öykünmelerine rağmen çocukluğumuzun ve ilk gençliğimizin Malatya’sı da varlığını içten içe sürdürmeye devam ediyor.

 

Ara sokaklar ve artık ‘eski’ olarak görülen, dokusu bozulmamış mütevazi semtler, geçmiş hatıraları olanca ayrıntısıyla içinde saklıyor. Bir gün asıl sahiplerine teslim etmek üzere emanete sıkıca sarılan bir insan hali var sanki…Israrla ve kimselere göstermeden sarmalanmış birşeyleri sıkıca tutuyor.

 

 Tütüncü Memet Dayı, Bakkal Şişko Memet, Fırıncı Memet, Sucu Memet yok artık, karnesi elinde eve koşan kırmızı yanaklı ilkokul çocuklarını durdurup notlarına bakan, ceplerini leblebişekerle dolduran dükkan sahipleri yok evet ama onlardan kalan bir mirasın izleri her yere yayılmış halde sürekli kendini hissettiren bir esinti gibi sokak aralarında dolaşıyor. ‘Biz bu dünyadan geçerken geride kendimizi bıraktık ama bunu gözlerinizi açarak değil kapayarak görebilirsiniz’ der gibi.

 

Malatya’ya ne için gelirsem geleyim aynı zamanda bu duyguları yeniden hissetmek, eski günlerin tozlanmaya yüz tutan hatırasını yeniden gün yüzüne çıkarmak gibi gizli bir amacım da olmuştur hep. Ne zaman gelmek istesem önce o bana gelir sanki…

 

Baba evi aynı zamanda karşı çıktımız, yanlış bulduğumuz ve büyük gençlik mücadeleleri verdiğimiz şeylerin evi. Babalarımızın dediklerini beğenmediğimiz, her zaman için çok eksik ve sorunlu gördüğümüz delifişek zamanlarımızın hatıralar geçidi.

 

                                                                         ***

 

Aslına bakılırsa epey zaman önce babamı değiştirmeye çalışmayı bırakmış, onu sadece anlamam gerektiğini düşünerek her dediğini ve her politik önermesini kendi içinde anlamlı gören bir çizgiye doğru evrilmiştim. Yaptığı ya da söylediği hiçbirşeyi eleştirmeyen bir kendimden memnuniyet içerisindeydim.

 

Siyaseten birbirimize uzak şeyler düşünsek de dinleyen taraf olmaktan haz alır duruma gelmiş, baba evini geçmişin güzel ve zorlu günlerinin hatrına leblebişekerlerimle aynı ceplerime yerleştirmiştim.

 

Ne var ki bu gelişte bir sarsıntı yaşadım. Biraz geciken yazımı kafamda düşünüp dururken, konu ne olursa olsun hep aynı şeyleri söyleyerek ülkenin ekran yüzü haline gelen akademisyenlerin halini yazmayı geçiriyordum.

 

Başlığa ‘kontenjan akademisyenleri’ demeyi ve büyük bir güç istencini sınırlı bir uzmanlıkla sunmaya çalışırken her an patlamaya hazır bir alt öfkeyi içinde tutmaktan kaynaklı asabiyeti yazmayı istiyordum.

 

Uzmanlığın, bilinmeyen karşısındaki güvensizliği ve tedirginliği ortadan kaldırıcı etkisinden çok duyulmak istenenleri büyük bir özgüvenle –ve de asabiyetle tabii- söyleyerek belirsizliği dondurarak bu işlevini yerine getiren ve topluma ‘gerçeklik-dışı’ bir güven aşılayan atanmış entelektüellerimizden bahsetmek güzel olabilirdi. Yeni ve gerçek sorular sormak yerine her şeye –ve herkese tabii!- cevap veren tiplerden dem vurabilirdim.  

 

Her türlü pozisyona ve makama atanmaya dünden razı, düşüncelerini duruma uydurmaya çok eskiden beri hazır bu insanların entelektüel mesafe ya da kafa bağımsızlığı gibi lafları halk-karşıtlığı olarak gösterirken korumalı arabalarla gittikleri programlarda genellikle bedelli yaptıkları vatan hizmetlerinin eksik kalan kısımlarını tamamladıklarını sanma halleri üzerinde kalem oynatmak keyifli olabilirdi. Siyasal karşılığı olmadığı için hiçbir siyasal talebi karşılıksız bırakmayan bu adamların genç çocuklar üzerindeki radikalleştirici etkisine bile girilebilirdi. 

 

Ne var ki tam yazıyı kafamda kurgularken bütün bu anlattıklarımı harfiyen üzerinde taşıyan bir uzman ekranda beliriverdi. Babamla birlikte çay eşliğinde Afrin operasyonunun detaylarını izliyorduk.

 

Yirmi yıl önce emekli olan babamın hiçbir ayrıntıyı kaçırmamaya çalışan hali, bir yandan ekranı izlerken bir yandan da zorlukla alt yazıları okumaya çalışma telaşı ve uzaktan seçemediği için ikide bir ayağa kalkıp ekranı kapatarak alt yazıları sesli olarak benim de kaçırmamam için okuması da en az bu uzman kadar ilginçti –hatta belki daha ilginç!

 

Tam o sırada bu ‘uzman-akademisyen-entelektüellerimiz’in toplum tarafından nasıl görüldüğünü, içi boş lafları uzmanlık diye sunarken siyasetin tartışmayı sonlandırıcı kılıfını büyük bir zevkle kullanmalarına ne diyebileceklerini zihnimden geçiriyordum ki babam birden alt yazı okumayı bırakarak uzmana dikkat kesildi.

 

‘İşte’ dedi, ‘Benim en beğendiğim adam! Ne güzel konuşuyor görüyor musun? Ne kadar güzel şeyler söylüyor? Bu adamı niye bir yere başkan filan yapmıyor da düz hoca olarak tutuyorlarsa?’

 

Tek kelimeyle kalakaldım. Bir anda içimden koca bir yazı geçiverdi sanki. Bu konuda bir sürü şey söyleyebilirdim. Bu bahsettiği kişiye dair kişisel notlarımdan pek çok şey anlatabilir ve babamla sıcak temas sağlayabilirdim ama bunu yapmadım. İlk andaki şokla hafiften yutkundum ama tek kelime etmeden bütün söyleyeceklerimi ifade eder gibi mi oldum nedir babam da habire yüz ifademden ne düşündüğümü çıkarmaya çalıştı. Tıpkı çok beğendiği uzman gibi hiçbir soru sormadan cevapları vermek isteyen bir hali vardı. Çocuklarının gerçek düşüncelerinden her zaman büyük şüphe ve endişe duyan bir insan olarak zamanla söylemediklerimizden de anlamlar çıkarmasını öğrenmişti.

 

Resmen konuşamadım. Kafamdaki yazı konusu bir anda değişiverdi. Kendi kendime ‘babamı daha ne kadar zaman anlamak zorundayım?’ diye sormaya başladım. Babalarımızı anlamak gibi bir sorumluluğumuz var mıydı ve eğer varsa bunun bir süresi filan yok muydu? Yani, çocukluk ve gençlik yıllarında bu zorunlu olarak böyleydi belki ama ya sonrasında? Bu bir geçmeyen ergenlik alameti miydi?

 

Konuşsa mıydım yoksa? Bu konuşmanın neresi güzeldi? Bu kişi, entelektüel olarak son derece yetersiz ve hatta bön biri değil miydi? Sonra ‘düz hoca’ da neydi?

 

Bir ‘uzman hoca’nın konuşması güzel olmaktan çok zihnimizdeki dolaşıklıkları çözen, belirsizliklerimizden kurtulmamızı sağlayan ve içten içe bizi güçlendiren birşeyler içermemeli miydi? Bazarov olmamakla hata mı yapmıştık?

 

‘Hayır’ dedi içimden bir ses çok geçmeden imdada yetişerek. ‘Hata yapmadın, iyi ki Bazarov olmadın. Ama kendi hayatını kurarken Bazarov olma ihtimalinden gereğinden fazla korktun. O kadar korktun ki bu korku peşini bırakmadı. Sonra bu insanların zorlu hayatları ve gelecek kaygıları, hep haketmediklerini yaşamak zorunda kalmaları öylesine büyük bir etki yaptı ki ne deseler haklı ne yapsalar hakları gibi görmeye başladın. Hep bu insanları savunmak zorunda hissettin kendini. Oysa savunman gereken bu insanların haklı tarafları ya da hakları değil basitçe ‘hak’tı. Gerçekle olan bağlantını kaybettin. Bu uzmanlarınsa Bazarov olma ihtimalleri hiç olmadı. Gerçekle hiç bağları olmadığı için kaybetme ihtimalleri de hiç olmadı. Bundan hiç korkmadılar o yüzden. Onların tek korkusu birşey olamamaktı. Daha fazla korkma artık. Bu yaştan sonra Bazarov olmazsın. Ama insanların ne olmadığını göstermek için de her zaman biraz Bazarov olmalısın. Belki Turgenyev’i dönüp yeniden okumalısın. Gerçeği bütün çıplaklığıyla aramalısın.’

 

Bu iç ses konuşması da rahatlamama yetmedi. Kafamdaki yoğun düşüncelerden anlamlı bir sonuç belirmedi. ‘Bu dediklerini düşünmeliyim’ diyerek susturdum. Çok eski zamanlarda Memleket Çocuğu diye bir roman okumuştum. Oradaki Mustafa’nın ruh halini şimdi tam olarak hissettiğimi farkettim. İç sesim romandaki Mustafa’ydı sanki. Hayır, tam olarak o da değildi. Yakup Kadri’nin Bir Sürgün’ünündeki Doktor Hikmet? O da değildi.

 

Ve nihayet bu iç sesimin eski sokaklarımızda hâlâ yankılanan o efsunlu ses olduğunu farkettim. Şehrin geçip gitmeyen iç sesi içimize işlemişti ve biz olan bitene ne kadar bağırırsak bağıralım kendimizin olan şey geri dönüp bize seslenir hale gelmişti. Bunu farkedince biraz rahatladım.

 

‘Babalarımızı anlama sorumluluğumuz var mı?’ diye sordum tekrar.  ‘Hayır yok’ dedi içimdeki ses. ‘Baba evlerimiz aslında sürgün yerlerimizdir de. Sürgünlük iyidir. Ama uzun sürerse içimizdeki ses dışımızdaki sese dönüşür. Sussan da söylediklerin duyulur. Yeterince sürgünde kalmışsan kimseyi anlama sorumluluğun kalmaz ama. Sadece anlaşılmaz olanı anlaman gerekir, o kadar. Bu televizyondan konuşan adamlar sürgün nedir bilmeyen kişiler belki de. Onların çıkardıkları sesler çocukluğun birbirine karışan bağırtıları gibi. Hepsi birleştiğinde uzaktan anlamlı bir gürültü ama tekil olarak sadece boşluğa sesleniş. Bu yüzden çok bağırmaları gerekli. Sen iyisi mi bana kulak ver. Sessizliğin içindeki seslerin, bağırtılardan daha gerçek olduğunu bil…gerçek düşünceyle öfkenin aynı anda olamayacağını da. Babanın dediklerini de fazla abartma. Hafife de alma. Sen yine de bu insanları anla ama bunu bildiğin bir dünyanın içinden değil anlaşılmaz olanı anlamak türünden yap.’

 

 

 

 

- Advertisment -