Ana SayfaHaberlerGündemSerbestiyet yazarları, Kasım Süleymani olayını tartışıyor

Serbestiyet yazarları, Kasım Süleymani olayını tartışıyor

 

Alper Görmüş:

Bildiğimiz milliyetçiliğin geri dönüşü

 

Bu yüzyılın başında, her şey rağmen dünya umut dolu bir yerdi. Ana unsurlarını küreselleşme ve teknolojik gelişmelerin oluşturduğu “alt yapı”nın, 20. yüzyıldaki büyük savaşların benzerlerine yol açacak “büyük” milliyetçiliklere müsaade etmeyeceğine inanılıyordu. Bu yeni çağda milliyetçilik en fazla “kollektif kimlik ve gurur modelleri yaratan” pozitif (yumuşak) bir duyguya dönüşebilirdi.

 

Fakat itirazcılar da az değildi. Meselâ London School of Economics’ten Prof. Fred Halliday… Halliday, 2000’lerde Dünya: Tehlikeler ve Vaatler adlı kitabında (orijinali 2001;Türkçesi 2002, Bilgi Üniversitesi Yayınları), milliyetçiliği iyi-kötü, yumuşak-sert diye sınıflamanın yanlışlığına dikkat çekiyor; “yumuşak” ve “iyi” milliyetçiliğin “kötü ve sert” milliyetçiliğe dönüşme potansiyeline dair uyarılarda bulunuyordu (çevirisini biraz düzelterek aktarıyorum):

 

“(…) Özellikle böylesine yaygın bir gönül rahatlığının bulunduğu günümüzde bir uyarı notu düşmek gerekiyor: Geçtiğimiz yüzyıl, 1900’de birçokları için la belle époque (güzel çağ) denen bir iyimserlik ve ilerleme havasında başlamıştı, ta ki on dört yıl kadar sonra, 1914’te iflâs edene kadar. İnsanların beklentilerinin nasıl bir şaşkınlığa dönüştüğünü hatırlamakla akıllılık etmiş oluruz: Önümüzdeki yüzyıl geride bıraktığımızdan daha iyi çıkabilir, ama geride bıraktığımız kadar, hattâ daha kötüsü de olabilir. Ne de olsa bir tarihî belirsizlik çağında yaşamaktayız.”

 

Tek tek insanlar da, toplumlar da tehdit algıladıklarında, kendilerini güvende hissetmediklerinde, “uygarlığın” kendilerine kazandırdığı insani özelliklerin bir kısmını (bazen tamamını) askıya alma eğilimi içine giriyorlar. Doğalarının kültürlerine baskın geldiği böyle anlarda, insanlar da toplumlar da kendi selâmetlerini ancak başkalarının zarara uğramasında buluyorlar. Milliyetçilik, böyle zamanların ideolojisi.

 

2017’nin ilk ayında, yani bundan tam üç yıl önce “Bildiğimiz milliyetçiliğin geri dönüşü ve yeni dünya savaşı ihtimali” başlıklı bir yazı kaleme almıştım Serbestiyet’te. O yazı şu cümlelerle bitiyordu:

 

“Milliyetçiliğin bütün ulus-devletleri kapsayacak kadar kabardıktan sonra kendi kendine sönmesine hiç şahit olmadık. Dolayısıyla, tarihe bakınca iyimser olmak için fazla bir neden görülmüyor… Bildiğimiz milliyetçilik geri döndü ve galiba gerçekten de bir dünya savaşına sürükleniyoruz.”

 

Eh, üç yıl önce (“bile” mi desem) böyle yazmış bir kötümser olarak, ABD’nin giriştiği Kasım Süleymani suikastının hangi felaketlere gebe olduğunu ayrıca anlatmama gerek var mı?  

 

Gürbüz Özaltınlı:

Ortadoğu

 

Ortadoğu’da süren güç mücadelelerine bakınca, insanın hayatı boyunca öğrendiği, inandığı anlamlandırma şemalarının günümüz dünyasında bir karşılığı kalmadığını düşünmesi işten değil. Haklı/haksız savaş; emperyalist istismarcılık/anti-emperyalist direnç… Bu ayrımlar nesnel mi gerçekten? Ortadoğu’da sınır tanımaz bir hegemonya peşinde koşan, Putin ve Esad’la müttefik, boğazına kadar kana batmış otoriter İran rejimi anti-emperyalizm üzerinden meşru görülebilir mi? Ya da bu üçlünün öteki ayakları, Rusya ve Esad; ABD’nin etki alanını daraltıyor diye haklı bir savaş mı sürdürüyorlar? ABD’nin konumunu sormayacağım bile. Suud’lar, Mısır, İsrail kirli bir güç birliği içindeler, peki. Ama açık kalpli olalım; katı bir şoven milliyetçilik içinden bakmıyorsanız eğer, Türkiye’nin Kürt politikasını nereye yerleştirebilirsiniz? Kendi sınırlarının ötesindeki Kürt özerkleşmesini önlemek için ordusunu bölgeye göndermesini haklı ve anti-emperyalist bir direniş olarak mı göreceğiz? Bunu yaparken bölgede egemenlik alanını genişleten Rusya’yla iş birliğine yanaşmak, giderek onun iradesine mahkûm duruma sürüklenmek, anti-emperyalizmle mi açıklanacak?

 

Yaşanan durum, ulus-devletlerin bölgede aç gözlü bir paylaşım savaşıdır. Ötekinin haklarına rıza göstermemenin; sorunları uzlaşarak çözmek yerine şiddete başvurmanın yıkıcı sonuçlarıyla karşı karşıyayız. Dizginlerinden boşalmış bir toplu bencilliğin ne kadar olumlu değer varsa önüne katıp sürüklediğine tanık oluyoruz. Bütün aktörlerin karşısındakilerini sorumlu tuttuğu, kendi şiddetini ve saldırganlığını haklı göstermeye çalıştığı topyekûn bir medeniyet kaybı yaşanıyor.

 

İnsanlık olarak bu kaos ve yıkımdan, milliyetçiliklerimizle; ölümü yücelten hamasetimizle, tanklarımız, toplarımız, uçaklarımızla çıkamayız.

 

Aklı başında her insan kayıtsız koşulsuz savaşa karşı çıkmalıdır. Hükümetlerini savaştan vaz geçmeye, müzakere ve uzlaşma yoluna girmeye zorlamalıdır.

 

Neyin peşindeyiz? Neden ölüyoruz?

Bu soruyu tekrar tekrar sormalıdır.

 

Vahap Coşkun:

Süleymani

 

Kasım Süleymani, İran’ın sıradan bir askeri komutanı değildi; o, İran’ın derin ilişkilerinin ve  yayılmacı siyasetinin kilit ismiydi. İran’ın bölgede nüfuzunu artırmaya yönelik bütün operasyonlarının altında onun imzası vardı. İran için, öldürülmesinin ardından ülkede üç günlük resmi yas ilan edilecek kadar değerli bir aktördü. Onun, ABD’nin Bağdat Büyükelçiliğinin kuşatılmasından hemen sonraya denk gelen bir zamanda, yine Bağdat’ta yanındakilerle beraber havaya uçurulması, ABD ile İran arasında geçen Mayıs ayından beri süregelen gerilimi en tepe noktasına çıkarmış oldu.

 

Süleymani’nin vurulmasına İran’ın nasıl bir karşılık vereceği, herkesin cevabını merak ettiği bir soru. İran, sembol isimlerinden biri olan Süleymani’nin öldürülmesi ile içine düştüğü ağır psikolojik yenilmişlik havasını dağıtmak için, söylemde ABD’ye çok ağır bir karşılık verdi. ABD’nin saldırısı “‘uluslararası bir terörizm eylemi” olarak niteledi, intikam yeminleri edildi. Ağzını açan her yetkili, ABD’ye bu saldırının misliyle ödetileceğini söyledi.

 

Lâkin söylemindeki savaş dozunun yüksekliğine rağmen İran’ın eylem sahasında çok daha dikkatli hareket etmesi beklenebilir. Evet, Süleymani suikastı ABD’nin bilhassa İran’ın etkin olduğu Irak ve Suriye topraklarındaki varlıklarını daha fazla tehlikeye soktu. ABD’nin askeri üslerini daha fazla saldırıya açık hale getirdi. Fakat İran, böylesine sert bir misillemeye girişmesi durumunda, ABD’nin savaşı doğrudan İran’ın içine taşımaktan imtina etmeyeceğini bilir. ABD’de seçime gidilen bir dönemde Trump’ın, ABD’ye dönük hiçbir saldırının altında kalmayacağını ve herhangi bir saldırıya fazlasıyla sert bir yanıt vermekten kaçınmayacağını tahmin eder.

 

Dolayısıyla Tahran’ın ivedilikle karşılık vermek yerine yapabileceği sınırlı hamleleri zamana yayması, daha yüksek ihtimaldir. Tabii bu arada iki ülke arasındaki gerilimi düşürmek için, üçüncü ülkeler üzerinden diplomatik girişimler yapılabileceğini de akılda tutmak gerekir. Nitekim ABD Dışişleri Bakanı Pompeo’nun, saldırıdan sonra hâlâ “İran’la gerilimi azaltma taahhüdüne bağlı olduklarını” söylemesi bu çerçevede değerlendirilebilir.    

 

Halil Berktay:

El Kaide’nin 9/11 saldırılarından,

ABD’nin Kasım Süleymani suikastine

 

Şimdilik görüşlerim aşağıdaki üç noktada toplanıyor.

(1) Donald Trump’ın ses duvarını aşmış sahtekârlığı, ikiyüzlülüğü. Belki hatırlayacaksınız; 8 Kasım 2016 başkanlık seçimlerine giden yolda, ABD’yi sonuçsuz uzayıp giden savaşlardan kurtaracağı, beyhude uluslararası maceralardan geri çekeceği vaadinde bulunmuştu. Hattâ bunu, Barack Obama’yı böyle yeni maceralar aramakla suçlamaya kadar vardırmıştı. Özellikle İran’ı kastediyordu. En tepede, başlık resmi yerinde 2011-2013 yıllarından kalma dört tweet’ini görüyorsunuz. 29 Kasım 2011, (öğleden sonra) 2:48. Barack Obama seçilmek uğruna İran’la savaşa girecek. 9 Ekim 2012, (öğleden sonra) 5:39. Obama’nın kamuoyu yoklamalarının tepetaklak olduğu bugün, dikkat edin de Libya veya İran’a saldırmasın. O kadar umutsuz vaziyette. 16 Eylül 2013, (öğleden sonra) 5:23. Başkan Obama’nın zevahiri kurtarmak için bir noktada İran’a saldıracağını iddia ediyorum. 25 Eylül 2013, (öğleden sonra) 1:44. Daha önce ne dediğimi unutmayın — Obama günün birinde ne kadar sert olduğunu göstermek için İran’a saldıracak. Bir zamanlar bunları söylemiş; hiçbiri olmamış. Hiç utanmıyor. Üstelik şimdi, Amerika yeni bir seçime giderken, aynısını kendisi yapıyor. Politikacı ahlâksızlığı ve güvenilmezliğinin de bir sınırı olmalı.

 

(2) ABD’nin İsrailleşmesi. Bu eylem benzersiz. Usama bin Ladin, sonra El Bağdadi, sonra Kasım Süleymani. İlk ikisi gerçekten terör örgütlerinin liderleriydi ve gerçekten, kendi resmî demeç ve belgeleri temelinde kendilerini Amerika ile savaş halinde kabul ediyorlardı. Oysa Süleymani, siyasî  tutum ve duruşu ya da legal-illegal faaliyeti hakkında ne düşünürsek düşünelim, bağımsız ve egemen bir ülkenin resmî bir görevlisi, İran ordusunun rütbeli, üniformalı bir generali konumundaydı. Ha Süleymani’yi öldürmüşsünüz, ha doğrudan Tahran’a veya Tebriz’e hava saldırısı düzenlemişsiniz. Ha Süleymani’yi öldürmüşsünüz, ha başka herhangi bir ülkenin genelkurmay başkanı veya kara kuvvetleri komutanını. Ya da ha Süleymani’nin öldürülmesi, ha Hitler’in savaş ilân etmeden 22 Haziran 1941’de Sovyetlere veya Japonya’nın savaş ilân etmeden 7 Aralık 1941’de ABD’ye saldırması (Pearl Harbor baskını). Ahlâkî ve hukukî açıdan hiçbir fark yok aralarında. Dolayısıyla İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarifi bir düzeyde (kendinden değil de başkasından söz ederken) tamamen haklı: devletler arası ilişkiler açısından bu, düpedüz uluslararası terörizmin bir türünü ifade ediyor.

 

İlginç olan, Trump yönetiminin birincisinden ikincisine (terör örgütlerini vurmaktan, başka bir devleti vurmaya) ne kadar kolay sıçradığı. 2003’te Irak’a saldırırken de esas gerekçeleri, rejim değişikliğiydi aslında. Saddam’dan hoşlanmıyorlardı; gerisi, yani kitle imha silâhlarının varlığı, ya da Irak’ın komşularına saldırma planları tamamen palavraydı. Nitekim öyle olduğu da görüldü sonradan. Bu  sefer öyle uzun ikna çabalarına dahi boşvermiş gibiler. Mealen: “Amerika’ya düşmandı, çok Amerikalı askerin kanına girmişti, Amerikan personeline yeni yeni saldırılar tezgâhlıyordu.” Bu kadarı yetiyor, böyle bir cinayeti gerekçelendirmeye. ABD başka ülkeleri kendi uygun gördüğünce cezalandırmayı, tek  yanlı bir insiyatifle kendi üzerine alıyor.

 

Bu konuda örnek ve model, ya da ön deneme veya pilot proje, herhalde İsrail. Yıllardır kâh eski Nazileri veya kendi nükleer silâh yapımını dünyaya ifşa edenleri sığındıkları ülkelerden nasıl kaçırıyorduysa, ya da kâh FKÖ, Hamas, Hizbullah vb militanlarını, kâh İran’ın nükleer fizikçilerini nasıl teker teker temizliyorduysa, şimdi ABD de, George “W” Bush’un başlattığı ve Trump’ın sürdürdüğü “terörle savaş”ta benimsenen seri ve seçici suikastler politikasının artık resmî devlet kapılarında dahi durmayacağını ilân ediyor.

 

(3) Yeni dünya düzensizliği çağına giriş. Avrupa 1517’den (veya az sonrasından) başlayarak neredeyse 120 yıl boyunca Din Savaşlarıyla sarsıldı. Bir noktada, Katolikler ile Protestanlar birbirini yoketmeye çalışırken yokolma tehlikesine maruz kalmaktan vazgeçti. Otuz Yıl Savaşlarını bitiren 1648 Westphalia Antlaşması, yeni bir diplomatik ilişkiler sisteminin ilk tohumlarını attı. Üzerine (sırasıyla) Fransız Devrimi ve Napolyon Savaşları, 1815 Viyana Kongresi, Birinci Dünya Savaşı, Paris Barış Konferansı, Milletler Cemiyeti, İkinci Dünya Savaşı, Yalta ve Potsdam, San Francisco Konferansı, Birleşmiş Milletler, NATO, Avrupa Birliği ve sair (kâk bölgesel, kâh kıtasal) kuruluşlar bindi. Her biri iyi kötü kendi katkısını beraberinde getirdi. Belirli bir uluslararası hukuk düzeni oluştu. Savaş nedir? Lâlettâyin şiddetten nasıl ayrılır? Kime karşı ve nasıl ilân edilip sürdürülür; sonra kiminle ve nasıl barış aktedilir? Bütün bunlar az buçuk kurallara bağlandı. Siyasî ve askerî teori de bu çerçevede gelişti. Strateji ve taktik, kilit analiz birimi olarak, iki düzenli devlet tarafının düzenli orduları arasında cereyan eden “muharebe” (battle) konseptine odaklandı.

 

Bu yaklaşım, önce İkinci Dünya Savaşı’nın gerilla veya partizan savaşı yöntemleriyle, sonra bunların sömürgelikten kurtuluş mücadelelerine uyarlanmasıyla değişmeye, orasından burasından aşınmaya başladı. Devlet ve ordu ile düzensiz gizli birimler (ya da bütün sivil halk) arasındaki sınırın bulanıklaşması, özel vahşetlerin kapısını araladı. Frantz Fanon ve benzeri teorisyenler, “devrimci şiddet”i salt politik bir araç olarak değil, doğrudan doğruya ruhî zeminde savunmaya girişti. Sovyetlerin çöküşünün ardından ve özellikle Ortadoğu’da, insanlığın Filistin yarasından başlayarak “haklı savaş” kavramı ve safları giderek dejenere oldu. Bir kitle kurtuluş ideolojisi olarak Marksizmin yerini kısmen (ama ancak kısmen) İslâmiyetin almasının bir boyutunda, bu sefer Müslümanlığın kendi marjinal ekstremizmi vücut buldu. Ortaya bir yığın Selefî yorum ve Cihadist örgüt çıktı. Yüzyılların mağduriyet birikimleri zemininde, “güçlü”lere karşı “zayıf”ların silâhlarını benimsediler. Geçmişin Marksist, Komünist partilerini andırırcasına, onlar da bir tür “legaliteyi istismar” mecrasına girdi. Özellikle İran, “vekâlet savaşları” yönteminin ustası kesildi. Bu iş nereye varır diye düşünmediler. Kendilerinin çeşitli kalkan veya maskeler kullanıp her türlü kanun-dışılığa başvurabileceğini, ama “güçlü”lerin (faraza ABD’nin) yasallığa ve “burjuva demokrasisi”ne bağlı kalıp benzer biçimde mukabele etmeyeceğini, edemeyeceğini sandılar.

 

Çok tehlikeli bir oyun/du bu. PKK Türkiye’yle oynamaya kalktı; çok hırpalandı. İran ABD’yle oynamaya kalktı — ve bu noktaya geldi. Asıl problem şu ki, arada olan, insanlığın bir kazanımı olarak görmemiz gerekirken belki fazla küçümsemeye kapıldığımız uluslararası hukuk düzenine oluyor. Devletler arası ilişkilerin kuralları çözülüyor. Kollektif güvenlik yerine, tekrar bir “gemisini kurtaran kaptandır” ve “her koyun kendi bacağından asılır” dünyası doğuyor. Bu da tek tek ülkelerde demokratikleşmenin sürmesi bakımından güvenilir bir dış ortam ve olumlu destek zemini bırakmıyor. 

 

- Advertisment -